Sevgili
Peygamberimiz,sas Medîne’ye hicret ettikleri zaman, Müslümanlar, akın akın gelip
bîat ediyorlardı. Bunlar arasında bir de, küçük çocuk vardı. Gözleri ışıl ışıl
parıldıyordu. Peygamber efendimiz onun başını okşadılar. Bu sırada oradakilerden
biri, Resûlullaha dedi ki:
-
Yâ Resûlallah! Bu çocuk, Neccaroğullarına mensuptur. Size indirilen, Kur’an-ı
kerim âyetlerini ezberlemiştir.
Bunun
üzerine, Peygamber efendimiz tebessüm ederek, çocuğa sordular:
-
Senin adın ne, yavrum?
-
Zeyd, efendim... Sâbit’in oğlu Zeyd.
-
Ne kadar âyet ezberledin bakalım!
-
17 sûre, efendim.
-
Bizlere, biraz okur musun?
-
Peki efendim.
Kâf
sûresini okudu
Bundan
sonra, Zeyd, Eûzü-Besmele çekerek, şu meâldeki âyet-i kerimeleri okumaya
basladı: (Gökten bereketli bir su
indirdik de; onunla bahçeler, biçilecek taneler [buğdaylar] meydana getirdik. Ve tomurcukları, birbiri
üzerine sıralanmış, uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik ki, kullarımız için,
yiyecek rızık olarak yaratılmışlardır. Biz onunla, ölü bir memlekete can verdik.
İşte kabirden çıkış da, böyledir.) [Kâf 9-11] Okuması bitince; sevgili
Peygamberimiz pek memnun kaldılar.
Küçük
Zeyd’in zekâ ve kabiliyeti karşısında buyurdular ki:
-
Sen artık, Yahûdilerin dilini de öğrenmeye çalışmalısın! Çünkü biz
mektuplarımızı, Yahûdilere emniyet edemeyiz.
Gerçekten,
o zamana kadar, yabancılarla olan yazışmalarda tercümanlığı, ekseriya Yahûdiler
yapıyordu. Onların arasında, yabancı dil bilenler fazlaydı. Bu sebeple Peygamber
efendimiz, Müslümanların yabancı dil öğrenmesini teşvik ediyorlardı.
Vahiy
kâtibi oldu
Sâbit’in
küçük oğlu, çok kısa zamanda İbranîceyi, yâni Yahûdi dilini öğrendi. Hem okuyor,
hem de mükemmel yazabiliyordu. Daha sonra, Süryanîceyi de öğrendi.
Onun
bu çalışkanlığı ve zekâsı, kendisine çok şerefli bir görev kazandırdı. Allahü
teâlânın Resûlünün kâtipleri arasına katıldı. Artık Peygamber efendimize gelen
giden mektupları, o tercüme ediyordu.
Bir
müddet sonra, Vahiy kâtipliği şerefine de erişti. Peygamber efendimize vahiy
olunan Allahü teâlânın kelâmını da yazmaya başladı ve vahiy kâtiplerinin en
meşhuru oldu.
Hz.
Zeyd’in yaşı büyüdükçe; ilmi de, vazifeleri de büyüyordu. Artık Kur’an-ı kerimi
tamamen ezberlemişti. Ayrıca, fıkıh üzerinde çok ilerledi. Savaşlara da
katılıyordu. İlmiyle olduğu kadar, kılıcıyla da; din düşmanlarına karşı
savaşıyordu.
Bir
gün sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla oturuyorlardı. O sırada vahiy geldi. Derin
bir vecd içinde kaldılar. Ayaklarının biri, Hz. Zeyd’in ayağı üzerine geldi.
Mübârek ayağı o kadar ağırlaşmıştı ki, vahiy kâtibi kendi ayağını eziliyor
zannetti. Az sonra bu hâlleri geçince, "Yaz, Zeyd" buyurdular ve mücâhidler
hakkında indirilen şu âyet-i kerimeyi söylediler:
(Müminlerin;
evlerinde oturanları ile, cihâda çıkanları, eşit değildirler.)
Mücâhidlerin
şânı büyüktür
Hz.
Zeyd yazıyordu. Cenâb-ı Hakkin bu mübârek kelâmını işiten, Ümmü Mektum’un oğlu
Abdullah çok üzüldü. Çünkü, kendisinin gözleri görmüyordu. Ayağa kalkarak sordu:
-
Yâ Resûlallah! Evet, mücâhidlerin şânı, böyle büyüktür. Lâkin bizim gibi, cihâda
çıkmaya gücü yetmeyenler ne yapacak?
Tekrar
vahiy inmeye başladı. Çünkü Peygamber efendimizin mübârek vücudu ağırlaşmıştı. O
hâlleri geçince, tekrar Hz. Zeyd’e, "Yaz" buyurarak, biraz önce yazdığı
âyet-i kerimenin devamını yazdırdılar:
(Mâzereti,
özrü, engeli, sakatlığı olanlar hâriç... Bunlar dışında; savaşa çıkan ve
çıkmayanlar, şüphesiz eşit değillerdir.)
Ümmü
Mektum’un oğlu ve onun gibiler, bu habere derecesiz memnun oldular.
Uhud
savaşında sevgili Peygamberimiz Zeyd bin Sâbit’i, Sa’d bin Rebî hazretlerini
aramaya göndererek buyurdular ki:
-
Şâyet bulursan, selâmımı söyle ve kendisini, nasıl hissettiğini
sor!
Savaş
meydanını dolaşan Hz. Zeyd, henüz 14-15 yaşlarındaydı. Aradığı zatı, kâfir
ölüleri ve İslâm şehitleri arasında buldu. O da son nefesini vermek üzereydi.
Yanına yaklaşıp dedi ki:
-
Ey Sa’d! Resûl-i Ekremin sana selâmları var. Kendini nasıl hissettiğini
soruyor.
Hz.
Sa’d, o anda bile tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
-
Sen de, Peygamber efendimize, benim selâmımı arz et! Ben şu anda, Cennet
kokularını duyuyorum. Medîneli Müslümanlara da şöyle ki, tek kişi kalsalar bile;
Peygamber efendimize hizmette, kusur etmesinler. Yoksa özürleri, kabûl
olunmaz.
Bunları
söyledikten sonra ruhunu teslim etti. Birkaç yıl sonra Hz. Zeyd, bu büyük
şehidin kızkardeşiyle evlendi.
Beraber
yiyelim!
Hz.
Zeyd, çoğu zaman sevgili Peygamberimizle beraber oluyorlardı. Bir seher vakti,
erkenden Resûlullahın huzûruna geldi. Peygamber efendimiz birkaç hurma
yiyorlardı... Selâmdan sonra, buyurdular ki:
-
Gel, beraber yiyelim!
-
Yâ Resûlallah! Ben, oruca niyetlenmek istiyorum.
-
Ben de niyetleneceğim.
Beraberce,
hurmayla sahur yaptılar. Sonra da, sabah namazına çıktılar.
Günler,
ne de çabuk geçiyordu. İki cihân güneşi, bu dünyaya saadet ışıklarını saçtıktan
sonra; âhirete teşrif ettiler. Artık Müslümanlar için tek teselli kaynağı,
Peygamberimizin emirlerini yerine getirmekti. Çünkü O, Allahın emirlerini
bildiren; en son ve en büyük Peygamber idi.
Fakat
bu vefât üzerine, bütün kâfirler, dinsizler, müşrikler ümide düştüler! Hepsi
birden, İslâma saldırmaya başladılar. Müslümanlar da, olanca güçleriyle karşı
koyuyorlardı. İlk halîfe Hz. Ebû Bekir etrafında, bir hilâl gibi çepeçevre
kenetlendiler.
Hâfızlar
şehit oldu
Onlarla
yapılan Yemâme cenginde, çok sayıda seçkin Sahâbe şehit oldu. Savaştan sonra
halîfe, bir haberci yolladı. Hz. Zeyd’i çağırttı. Halîfenin yanında, Hz. Ömer de
bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir, Hz. Zeyd’e buyurdu ki:
-
Hz. Ömer, “Yemâme’de, 70’ten fazla
Kur’an-ı kerim hâfızı şehit düştü. Korkarım öteki savaşlarda, kalan hâfızlar da
şehit olurlar. İşte o zaman, Allah korusun Kur’an-ı kerim de, Yahûdi ve
Hıristiyanların din kitapları gibi, noksan, eksik hâle gelir. Bu sebeple,
şimdiden tedbir almalıyız. Allahü teâlânın kelâmını, sözlerini toplayalım ve
yazdıralım” diyor.
Bunun
üzerine Hz. Zeyd, Hz. Ömer’e sordu:
-
Yâ Ömer! Sevgili Peygamberimizin yapmadıkları bir işi, bizler nasıl
yapabiliriz?
Bu
suâle, halîfe cevap verdi:
-
Aynı şeyleri, Ömer’e ben de sordum. Fakat bana, “Efendimiz yaşarlarken, böyle birşey
olamazdı. Olacağını düşünsek bile, o zaman Cenâb-ı Hak; bütün Kur’an-ı kerimi
yeniden Resûlüne vahiy ile bildirebilirdi” diye cevap verdi.
Bunun
üzerine Hz. Zeyd dedi ki:
-
Haklısınız.
Hz.
Ebû Bekir, Hz. Zeyd’e buyurdu ki:
-
Ey Resûlullahın kâtibi! Sen zekî, bilgili ve genç bir Müslümansın. Hakkında
hiçbir şüphemiz de yoktur. Bu zor işi, ancak sen başarabilirsin. Şânı yüce
kitabımızı, toplayabilir ve bir mushaf hâlinde yazabilirsin. Zaten Peygamber
efendimize vahiy olunan âyetleri de, yazmıyor muydun?
Hz.
Zeyd çok şaşırdı! Doğrusu, bunu beklemiyordu. Dedi ki:
-
Yâ Emîr-el Müminîn! Vallahi bana, bir dağı yerinden söküp kaldırmayı teklif
etseydin; verdiğin bu emir kadar ağır gelmezdi!
Fakat
Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
-
Bu, yapılması îcabeden bir iştir.
Hz.
Ömer de ilâve etti:
-
Çok şerefli bu vazifeyi, mutlaka yapmaya çalışmalısın!
Mushaf
hâlinde yazdı
Hz.
Zeyd, gerçekten şerefli ve gerekli olan bu işi; uzun çalışmalar sonunda başardı.
O zamana kadar dağınık olan mübârek âyetleri, îtinayla topladı. Hepsini, bir
Mushaf hâlinde yazdı. Halîfeye teslim etti. Böylece, ilk yazılı Kur’an-ı kerim
mushafını hazırlama şerefi, ona nasip oldu.
Hz.
Osman zamanında halîfenin emri ile yine Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet
tarafindan çoğaltılıp, altı tane daha mushaf-ı şerif yazılarak, belli merkezlere
gönderilmiştir. Böylece bu şerefli vazifeyi de yapmak ona nasip
olmuştur.
Günler,
her zamanki süratiyle geçip gitti. Hz. Ebû Bekir de, ömrünü tamamladı. Yerine,
Hz. Ömer halîfe seçildi.
Fıkıh
ilmini en iyi bilen
O
da Hz. Zeyd’i, Medîne kâdılığına, hâkimliğine tâyin etti. Çünkü Peygamber
efendimiz buyurmuşlardı ki:
(Fıkıh
ilmini en iyi bilen, Sâbit’in oğlu Zeyd’dir.)
Abdullah
bin Abbas hazretleri, geniş bilgisine rağmen Zeyd bin Sâbit’in evine kadar
gidip, ondan istifade ederdi. Bir defasında Zeyd bin Sâbit hazretleri hayvanına
bineceği zaman, üzengisini tutmuştu. Zeyd bin Sâbit hazretleri, buna mâni olmak
istediğinde, İbni Abbas hazretleri demiştir ki:
-
Biz âlimlerimize böyle hürmet ederiz.
Bunun
üzerine Hz. Zeyd de İbni Abbas’ın elini tutarak öpmüş ve demiştir ki:
-
Biz de Peygamber efendimizin Ehl-i beytine böyle hürmet etmekle
emrolunduk.
Onun
adâlet ve bilgisine; devrin halîfeleri bile, seve seve müracaat ettiler.
Hükümlerine, rızâ gösterdiler...
Bir
sene Arabistan’da, kıtlık başgösterdi. Hz. Ömer, Mısır’dan buğday getirtti.
Fakat buğdayın hak geçmeden ve herkese yetecek şekilde dağıtılması, zor bir
işti. Halîfe, bu zor iş için de, Hz. Zeyd’i vazifelendirdi.
Medîne
kâdısı, herkes için vesika hazırlattı. Buğdaylar, tam bir adâletle dağıtıldı.
Böylece o kıtlık yılı, hiçbir üzüntü ve şikâyete meydan verilmeden atlatıldı.
Yermük zaferinde alınan ganimetler de, yine Hz. Zeyd tarafından, tam bir
adâletle dağıtıldı.
Sonraki
halîfe Hz. Osman, onun vazifelerini artırdı. Kâdılığa ek olarak, bir de,
Beytülmal Muhâfızlığını verdi. O sıralarda, bir arkadaşına gönderdiği mektupta:
-
Kardeşim Übey! Cenâb-ı Hak dilimizi, kalblerimize tercüman olarak yaratmıştır.
Diline hâkim olamayan kimsede, akıl aranmaz. Kişi eğer, dilini serbest bırakır
ve ağzına gelen herşeyi söylerse; kendi sözleriyle kendi başını
kesebilir.
Kur’an-ı
kerim öncedir
Hz.
Zeyd 665 yılında vefât eyledi. Cenâze namazında, bir arkadaşı, "En büyük fakîh vefât etti" diyerek
ağladı. Resûlullahın şâiri Hz. Hassân bin Sâbit, şiirler yazdı ve dedi ki:
-
Hassân ve oğlunun vefâtından sonra, onlar gibi şâir nasıl yetişecek? Zeyd bin
Sâbit’ten sonra, şiirlerimin mânasını kim anlayabilecek?
Tebük
gazvesinde, Mâlik bin Neccâr’in sancağını, Ümâre bin Hazm taşırken, Resûl-i
Ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermişti. Ümâre’nin, “Yâ Resûlallah, yoksa
aleyhimde birşey mi duydunuz?” demesi üzerine de buyurmuştur ki:
-
Hayır! Kur’an-ı kerim öncedir. Zeyd ise Kur’an-ı kerimi senden daha çok
bilir.
İslâm
ilimleri içinde en yüksek olanı, kıraat ilmiydi. Bu ilim sayesinde, Kur’an-ı
kerim, bozulmaktan ve değişmekten korunmuştur. Bu ilmin mütehassis âlimleri,
Kur’an-ı kerimin okunuş şekillerini kaydetmişlerdir. Böylece Kur’an-ı kerimin
okunması hususundaki tereddütleri bertaraf etmişlerdir.
Kıraat
âlimleri
Zeyd
bin Sâbit hazretlerinin bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin ileri
gelenlerinin îtirafları ve takdirleri ile sabittir. Eshâb-ı kirâm arasında
kıraat ilminde imamlık derecesine yükselenler, Hz. Ebû Bekr-i Siddîk, Hz. Ömer
bin Hattâb, Hz. Osman bin Affân, Hz. Ali bin Ebî Tâlib, Übeyy bin Ka’b, Zeyd bin
Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Ebûdderdâ ve Ebû Mûsel-Es’arî’dir. Bunlar,
Resûlullah efendimizden bizzat okuyuşlarını tasdik ettirenlerdir.
Hz.
Ömer, Hz. Zeyd’in kıraatı ile Ubeyy bin Ka’b’in okuyuşunu karşılaştırır ve Hz.
Zeyd’in okuyuşunu tercih ederdi. Çünkü o, Kureyş kıraatına tam uygun okuyordu.
Bu itibarla onun okuyuşunu diğer okuyuşlara tercih etmek îcab ederdi. Bütün
Müslümanlar, Medîne-i münevverede Hz. Zeyd’in etrafında toplanmışlar ve kendisi,
bütün ilim ehlinin müracaat yeri olmuştur.
Zeyd
bin Sâbit hazretleri, tefsir ilminde de çok ilerde idi. Vahiy kâtibi olmak
şerefine sahip, fevkalâde zekî, Hulefâ-i Râsidîne yakın olmasından dolayı,
birçok âyet-i kerimenin nüzûl sebebini bilir, hakîkat ve hikmetlerine vâkıf
bulunurdu. Buyurdu ki:
-
Eshâb-ı kirâm arasında bulunan birtakım kimseler, Uhud harbine giderken, yoldan
geri dönmüşlerdi. Bunlar Abdullah bin Ubey bin Selûl’e tâbi üçyüz kadar
münâfıktı. İnsanlar, bunların hakkında iki fırkaya ayrılmış, bir kısmı bunların
öldürülmesini, bir kısmı da öldürülmemesini Resûlullahtan istiyorlardı. Bunun
üzerine şu âyet-i kerime nâzıl oldu.
(Size
ne oluyor ki, o münâfıklar hakkında iki fırkaya ayrılmış bulunuyorsunuz.)
[Nisâ
88]
Hz.
Zeyd, hadis, fıkıh, ferâiz, ve fetvâ ilimlerinde de son derece bilgili idi.
Resûl-i Ekrem efendimizden 92 hadis rivâyet etmiştir. Hz. Zeyd, rivâyet ettiği
hadis-i şerifleri doğrudan doğruya Peygamberimizden işitmiş, Onun vefâtından
sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan da hadis-i şerif
öğrenmişti.
İnsanlar
bir tarafta...
Hz.
Zeyd bin Sâbit, kendi bulunduğu bir mecliste, bir sahih hadis söylendiği zaman,
onu derhal tasdik ve teyit ederdi. Nitekim bir gün Ebû Saîd-i Hudrî şu hadis-i
şerifi rivâyet etmişti: Resûl-i Ekrem efendimiz Nasr sûresi nâzıl olduğu zaman,
onu okumuş ve şöyle buyurmuştu:
-
İnsanlar bir tarafta, ben ve Eshâbım bir taraftayız.
Sonra
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
-
Fetihten sonra hicret olmaz, ancak cihâd ve niyet vardır.
Orada
hazır bulunan Mervan bin Hakem, Ebû Saîd-i Hudrî’ye, “Yalan söylüyorsun”
deyince, Zeyd bin Sâbit ve Râfi bin Hadic, “Ebû Saîd doğru söyledi” diyerek onun
hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuşlardı.
Hz.
Zeyd, daha Hz. Ömer devrinde iken, ferâiz ile ilgili meseleleri bir araya
toplamış, bu ilmin esaslarını, bizzat yazarak bir tertip ve düzene sokmuştur.
Zaten bu ilimdeki üstünlüğünü, Resûlullah Efendimiz, "Ümmetimin içinde ferâizi en iyi bilen Zeyd
bin Sâbit’tir" buyurarak tasdik ve taltif buyurmuştur.
İlmin
yayılmasına hizmet etti
Fıkıh
ilminin her meselesinde, Eshâb-ı kirâmın en yüksek müctehidlerindendi. Daha
Resûl-i Ekrem zamanında fetvâ vermek şerefine kavuşmuştu. Fetvâları son
zamanlarda büyük ciltler hâlinde toplanmıştır. Bütün Müslüman memleketlerinde
yayılmış ve herkes bunlarla amel etmiştir.
Zeyd
bin Sâbit hazretleri, Mescid-i Nebevi’ye geldiği zaman, müskülü olan ona gelir,
meselesini sorar, cevabını alırdı. Onun namaz, hayvan kesimi, av hayvanları,
hibe (bağış) ve ziraat ortaklığı meselesine ait fetvâları, fıkıh meselelerinin
yazıldığı kitaplarda yer almaktadır.
Hz.
Zeyd bin Sâbit, büyük işler başaran ve büyük hizmetler bırakan bir Sahâbîdir.
Ümmetin ıslâhı hususundaki gayretleri, yerinde ve zamanında müdâhalelerle işleri
yoluna koyma çabaları ve ilmin yayılması hususundaki çalışmaları gibi nice
hizmetleri vardır.
Onun
hizmetleri anlatılamayacak kadar çok ve büyüktür. Kur’an-ı kerimi tamamen
ezberlemesi, emin bir kimse olması, güzel yazı yazması gibi birçok meziyetlere
sahiptir. Zâten Resûlullah efendimizin zamanında vahiy kâtibi olmak şerefine
kavuşmuştu.
Bütün
Ehl-i Beyt ve Eshâb-ı Kirâm arasında, o derece üstün bir îtibara erişmişti ki,
cuma günleri sokağa çıktıkları vakit, ilim ve irfânına hayran kalan Medîne
ahâlisi, kendisini, tam bir istiyakla karşılarlardı. Halkın bu teveccühünden
utanan Zeyd bin Sâbit hazretleri, hemen evine giderdi.
Bu
hâlini soranlara buyururdu ki:
-
İnsanlardan hayâ etmeyen, Allahtan utanmaz.
Zeyd
bin Sâbit vefât edince, Ebû Hüreyre demiştir ki:
-
Bu ümmetin âlimi vefât etti. Umulur ki, Allahü teâlâ, Abdullah ibni Abbâs’i ona
halef buyurur.
Fıkıhta
meşhur Sahâbîler
Enes
bin Mâlik hazretleri, Peygamber efendimizin şöyle buyurduklarını rivâyet
etmektedir:
(Ümmetimin
en merhametlisi Ebû Bekir, Allahın dîni hususunda en şiddetlisi Ömer, en ziyâde
hayâya mâlik olanı Osman ve ferâizi en iyi bileni Zeyd bin Sâbittir.)
Eshâb-ı
kirâm arasında fıkıh ilminde dört Sahâbe meşhurdur. Bunlar, Zeyd bin Sâbit,
Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbâs’dır. Bütün dünyaya
yayılan fıkıh ilminin kaynağı bu dört büyük Sahâbîdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder