Eshâb-ı
kirâmdan olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, İslâmiyeti bulmasını ve ebedî saâdete
kavuşmasını şöyle anlatmıştır:
Ben
İran’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz
ve malımız çoktu. Babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun
için benim üzerime titrerdi. Evden çıkmama izin vermezdi.
Sâhibi
sen olacaksın
Babam
Mecûsî (ateşperest) olduğu için, Mecûsîliği de bana, evde, tam olarak öğretti.
Evde devamlı bir ateş yanar, biz ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü
çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki:
-
Yavrum, ben öldüğüm zaman, bu malların sâhibi sen olacaksın. Onun için, git,
mallarını ve arazilerini tanı!
Bir
gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir Hıristiyan kilisesine rastladım. Onların
seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben, daha önce öyle
bir şey görmediğim için, çok hayret ettim. Zîrâ bizlerin ibâdeti bir miktar ateş
yakıp, ona secde etmekti.
Fakat
onlar, görünmeyen bir Allaha ibâdet ediyorlardı. Kendi kendime, “Vallahi bunların dîni haktır ve bizimkisi
bâtıldır” dedim. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza da
gitmedim, akşam oldu. Kilisedekilere dedim ki:
-
Bu dînin aslı, merkezi nerededir?
-
Bu dînin aslı, merkezi şam’dadır.
-
Peki, ben de Şam’a gitsem, beni de bu dîne kabûl ederler mi?
-
Evet kabûl ederler.
-
Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?
-
Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir.
(İsfehan’daki
bu Hyristiyanlar, İsfehan’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az
idi.)
Allaha
îmân ediyorlar
Ben
bunlarla meşgul olurken, vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni
aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar, bulamamışlar ve bulamadıklarını
babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam dedi ki:
-
Bu zamana kadar nerede kaldın? Seni aramadığımız yer kalmadı.
-
Babacığım, ben bugün tarlaları dolaşmak için yola çıktım, fakat yolda karşıma
bir Nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve
herşeye hâkim ve kâdir olan bir Allaha îmân ediyorlar. Onların
ibâdetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların
dîni haktır.
-
Yavrum, yanlış düşünüyorsun. Senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların
dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma!
-
Hayır babacığım, onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni
haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.
Babam
bu sözüme çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan başlayıp eve
hapsetti.
Babam
beni, “Nasrânîlik haktır” dediğim için, elimi, ayağımı bağlamış ve eve
hapsetmişti. Ben daha önce kilisedeki Hıristiyan rahiplere; bu dînin aslının
nerede olduğunu sormuştum. Onlar da şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde
hapis iken, devamlı şam’a gidecek olan kervanı beklerdim.
Şam’a
gittim
Nihâyet
Hıristiyan rahipler, şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca,
iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu yere gittim. Kervandakilere,
buralarda duramayacağımı söyleyerek, o kervanla şam’a gittim.
Şam’da
Hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi ta’rif ettiler. Onun
yanına giderek, durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet
edeceğimi söyleyip, ondan, bana Nasrânîliği öğretmesini, Allahü teâlâyı
tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti.
Fakat
sonradan, onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü Hıristiyanların fakirlere
vermesi için getirdikleri altın ve gümüş sadakaları, kendine alır, fakirlere
vermezdi. Böylece
şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Fakat bunu benden başka kimse
bilmezdi.
Bir
müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defnetmek için toplandılar.
Onlara dedim ki:
-
Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz? O hürmete lâyık bir insan
değildir.
-
Sen bunu nereden çıkarıyorsun?
Ben
de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için, onlara gösterdim.
Nasrânîler
yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defin ve techîze lâyık bir kimse
değildir” dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar.
Sizi
çok sevdim
Sonra
onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim, zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç
ehemmiyet vermezdi. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman
yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve onunla ibâdet ederdim.
Vefât zamany geldi ve ona sordum:
-
Ey benim efendim, uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü siz,
dînin emirlerine itâat ediyorsunuz ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Siz vefât
ettiğiniz zaman, ben ne yapayım? Bana ne tavsiye edersiniz?
-
Oğlum, Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yoktur. Kime gitsen seni ifsâd
ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye
ederim.
Ben
de “Peki efendim” dedim ve o zât vefât edince, Şam’dan Musul’a gittim. Onun
ta’rif ettiği zâtı bulup, başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl
etti.
O
da diğer zât gibi çok kıymetli, zâhid, âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı,
aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti.
Musul’da
hizmet ettiğim zât da vefât ettikten sonra derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen
kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir
müddet de onun hizmetinde bulundum. Bu zâta da vefât etmek üzere iken, beni
başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde
bulunan başka bir kimseyi ta’rif etti.
Gelmesi
yakındır
Vefâtından
sonra da oraya gittim. Ta’rif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim.
Uzun bir zaman da onun yanında kaldım. Artık onun da vefâtı yaklaşmıştı. Ona da
beni birine havâle etmesini ricâ edince, dedi ki:
-
Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi
yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde
hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder,
sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü
vardır...
Böylece
alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum bu zât da vefât edince, onun tavsiyesi
üzerine, Arap diyârına gitmeye hazırlandım. Amuriye’de çalışıp, birkaç öküz ile
bir miktar koyun sâhibi olmuştum. Benî Kelb kabîlesinden bir kâfile Arap
beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki:
-
Bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip
beni kâfilelerine aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince, bana ihânet edip,
“Köledir” diyerek beni bir Yahûdîye sattılar.
Yahûdînin
bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği
yer, herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet
Yahûdînin hizmetinde kaldım.
Sonra
beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medîne’ye getirdi. Medîne’ye
varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim. Hemen ısındım. Artık günlerim
Medîne’de geçiyor, beni satın alan Yahûdînin bağında, bahçesinde çalışıp, ona
hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla
bekliyordum.
Peygamber
olduğunu söylüyor
Bir
gün beni satın alan Yahûdînin bahçesinde, bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum.
Sâhibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara o
kimse dedi ki:
-
Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor.
Ben
bu sözleri işitince, kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen
aşağı inip, o şahsa dedim ki:
-
Ne diyorsun?
Sâhibim
bana bir tokat vurdu ve dedi ki:
-
Senin nene lâzım ki soruyorsun, sen işine bak!
Âhir
zaman Peygamberinin geldiğini işittiğim gün, akşam olunca, bir miktar hurma
alıp, hemen Kubâ’ya vardım. Resûlullahın yanına girip dedim ki:
-
Sen sâlih bir kimsesin, yanında fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka
getirdim.
Resûlullah,
yanında bulunan Eshâba buyurdu ki
-
Geliniz, hurma yiyiniz!
Onlar
da yediler. Kendisi aslâ yemedi. Kendi kendime, “İşte, birinci alâmet budur.
Sadaka kabûl etmiyor” dedim.
Bu
hurmalar hediyedir
Eve
döndüm. Bir miktar hurma daha aldım ve Resûlullaha getirip dedim ki:
-
Bu hurmalar hediyedir.
Bu
defa yanındaki Eshâbı ile birlikte yediler. Kendi kendime, “İşte, ikinci âlamet
budur” dedim.
Götürdüğüm
hurma yirmibeş tane kadar idi. Hâlbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı.
Resûlullahın mu’cizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime, “Bir âlameti daha
gördüm” dedim.
Resûlullahın
yanına ikinci defa varışımda, bir cenâze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü
görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim murâdımı anlayıp, gömleğini
kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca, Nübüvvet mührünü görür görmez, varıp öptüm ve
ağladım. O anda Kelime-i Şehâdeti söyleyerek Müslüman oldum.
Sonra
da Resûlullah efendimize, uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir
anlattım. Hâlime taaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir buyurdu.
Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri îmân ettiği zaman, Arap lisanını bilmediği için tercüman
istemişti. Gelen Yahûdî tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi
methetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnâda Cebrâil aleyhisselâm gelip,
Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha bildirdi.
Durumu
Yahûdî de anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri, Müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
-
Yâ Selmân! Kendini kölelikten kurtar!
Bunun
üzerine, sâhibine gidip, azâd olmak istediğini söyledi.
Kardeşinize
yardım ediniz!
Yahûdî,
hurma verecek duruma gelmiş üçyüz fidan getirmesi ve kırk ukiye altın (o zamanki
ölçüye göre belli bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.
Bunu
Resûlullaha haber verdi. Resûlullah Eshâbına buyurdu ki:
-
Kardeşinize yardım ediniz!
Onun
için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah efendimiz, “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam
olunca bana haber veriniz” buyurdu. Çukurları hazırlayıp haber verince,
Resûlullah efendimiz teşrif edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini
de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer’in diktii hariç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile,
o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti
ve diktiği anda hurma verdi.
Selmân-ı
Fârisî anlatır: “Bir gün bir zât beni arıyor ve, “Efendisi ile hürriyetine
kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle Selmân-ı Fârisî nerededir?” diye
soruyordu.
Beni
buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını bana verdi. Ben de Peygamber
efendimize gittim ve durumu arzettim.
Borcunu
öde!
Resûlullah
efendimiz bana, “Bu altını al, borcunu
öde!” buyurdu. Bunun üzerine ben, “Yâ Resûlallah, bu altın Yahûdînin
istediği ağırlıkta değil” diye arzettim. Resûlullah efendimiz, o altını alıp,
mübârek dilinin üzerine sürdü ve sonra buyurdu ki:
-
Al bunu! Allahü teâlânın izniyle bu senin borcunu edâ eder.
Daha
sonra, Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp
onu da sâhibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.” Bundan sonra azâd olan
Selmân-ı Fârisî hazretleri, Ehl-i soffa arasına katıldı.
Uzak
diyarlardan geldiği için, Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir
buyurulunca, Hz. Ebüdderdâ ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün
gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medîne üzerine üçüncü defa
yürüyen müşriklere karşı, nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre
ediliyordu.
Bütün
müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta, Selmân-ı Fârisî hazretleri,
Resûlullaha hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi
kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek savaşı denildi.
Selmân-ı
Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’mân bin Mukarrin ile
Ensârdan altı kişinin bulunduğu bir grupla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve
kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız
başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah hazretleri
buyurmuştur ki:
-
Selmân’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri,
vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.
Hendek
savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz
“Selmân-ül hayr (hayırlı Selmân)” buyurdu.
Bizden
fazla kalırdı
Selmân-y
Fârisî hazretleri hanımı ile de gâyet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Soffa
içerisinde Resûl aleyhisselâmın önünde, İslâm ilimlerini
öğreniyordu.
Selmân
hazretleri senelerce fakirlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy
pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Soffa içerisinde
Resûl aleyhisselâma en yakın olan Selmân-ı Fârisî hazretleri idi. Hz. Âişe
buyuruyor ki:
-
Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûl aleyhisselâm ile beraber kalır ve
sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullahın yanında bizden fazla
kalırdı.
Hz.
Ebû Bekir devrinde Medîne’den ve Hz. Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan
Hz. Selmân, Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük
zaferlere kavuştuğu bu seferlerde, Selmân-ı Fârisî’nin çok büyük hizmetleri
olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sâhibi idi. Çünkü kendisi
İranlıydı.
İranlıları
dîne da’vet etti
İranlıları
kendi lisanlarıyla dîne da’vet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar,
savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri
için çok şaşırdılar. Hz. Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl
öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi.
İran’ın
Medâyin şehri alınınca, Hz. Ömer, onu şehre vâli tayin etti. İlmi, basireti,
vazifesindeki adâleti ve nezâketi ile Medâyin halkı tarafından çok sevilip
sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri, Hz. Ömer zamanında Medâyin vâlisi iken, maaşını aldığında,
ondan hiçbir şey harcamaz, hepsini fakirlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile
geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar, üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile
bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir, bir
dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.
Medâyin’de
vâli iken, Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı
Fârisî’yi tek bir hırka ile görünce, işçi zannetti ve dedi ki:
-
Gel şunu taşı!
Hz.
Selmân çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Hz. Selmân’ı tanıyanlar, adama
dediler ki:
-
Sen ne yapıyorsun, bu vâlidir. Adam, Hz. Selmân’a dönüp özür diledi:
-
Kusûrumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı sırtınızdan indirin.
-
Hayır, niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim.
Çuvalı
adamın evine kadar götürdü. Hz. Selmân böylesine de tevâzu sâhibi
idi.
Kâsım
bin Muhammed’i yetiştirdi
Çok
sâde bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hz. Osman devrinde 655
senesinde hastalandı.
Kendisini
ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu hâlde,
devamlı nasîhatte bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medâyin’de vefât etti.
Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri, Peygamberimizden altmış civârında hadîs-i şerîf rivâyet
etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına
almışlardır.
İlim
öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Hüreyre ondan hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir.
Tâbiînin
büyüklerinden ve o zaman Medîne’de Fukahâ-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden
biri olan Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. Onun
derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Eshâb-ı
kirâmın büyüklerinden olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, gâyet az yerdi. Bir
sofrada kendisine çok yemesi için ısrar edilince, Peygamber aleyhisselâmın
kendisine, “İnsanların âhirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya
kadar yemek yiyenlerdir” buyurduğunu haber verdi.
Kendim
götüreceğim
Çok
cömert olan Selmân-ı Fârisî hazretleri, günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el
emeği ile geçinirdi. Fakirleri dâimâ doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok
ihtiyar olduğu hâlde, kendi işini kendi görürdü. Birşey taşırken elleri titredi.
Halk etrafına toplanır, “Eşyalarını biz taşıyalım” deyince, onlara, “Hayır ben
kendim götüreceğim” derdi. Hâlbuki emrinde çok kişi vardı.
Yaşlı
hâline rağmen, her zaman ilim öğrenirdi. Bunun sebebini sorduklarında buyurdu
ki:
-
İlim çoktur, fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım olan ilimleri
öğren! Kalb ile bedenin hâli, kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir
ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi
görür fakat alamaz. İlâhî ni’metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla
âmil olmalı ki, âhiretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasip olsun.
Çok
ağlamasının sebebini sorduklarında buyurdu ki:
-
Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûl aleyhisselâmın vefâtı. Bu ayrılığa
dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman, hâlim ne
olur bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği
zaman, Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman hâlim ne olur
bilemiyorum, onun için ağlıyorum.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri birgün bir deve yükü nafaka satın aldı. Bir kimse onu gördü ve
sordu:
-
Yâ Selmân, bu kadar nafakayı ne yapacaksın? Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu
biliyor musun?
Selmân
hazretleri buyurdu ki:
-
Nefs nafakasını aldığı zaman, insan rahat olur. Ondan sonra, nafaka ve başka
birşey düşünmeden, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası
tamam olunca, vesveselerden emin olur.
Selmân-ı
Fârisî hazretleri, arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl,
sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır” buyurur, hiç kimsenin, arkasından
yürümesini istemezdi.
Kanâat
etseydin!
Ebû
Vâil diyor ki:
“Bir
arkadaşımla Selmân hazretlerinin ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği
ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki:
-
Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı.
Bunun
üzerine Selmân hazretleri, matarasını rehin vererek o otu aldı, geldi. Yemeği
bitirince arkadaşım dedi ki:
-
Bize verdiği ni’mete kanâat ettiğimiz için Allahü teâlâya
hamdederiz.
Selmân
hazretleri buyurdu ki:
-
Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder